İtalya : Kasım’da başkadır…

On November 19, 2011

Sonunda hayallarimi süsleyen ülkeye gidiyoruz! Yaklaşık 8 günlük İtalya turu başlamak üzere… Bu bir başlangıç, daha daha gitmek gerekecek tabi ki…

19 Kasım Cumartesi. Saat 12:00 suları. Pegasus uçağımıza yerleştik. Ver elini Roma! Kocacığımla ilk Avrupa seyahatimiz. Hazırlığı ve organizasyonu pek meşakkatli oldu ama kesinlikle buna değecek! Roma da görüşmek üzere!

Evet, yerel saate göre 13:30 sularında Roma’ya inmiş bulunuyoruz. Havaalanının içi güzel ve ilginç. İner inmez metro gibi bir araçla bagaj teslime gidiyorsun. İnanılır gibi değil ama bir soru bile olmadan pasaport kontrolden geçtikten sonra –ki benim her Almanya seyahatimde sayfalarca belge sunmadan geçmişliğim yoktur- 28€’ya biletimizi alıp trene biniyoruz. Tren dediysek 1900’lerden kalmış araçlar resmen, içi nispeten iyi gerçi. Yarım saat sonra Termini’ye ulaşıyoruz. Gar gibi bir yer. Sonrasında metroyu buluyoruz. Kaç m yerin altına indik sayamadım. Bu arada bu millet grafitiye biraz düşkün. Çizilmedik duvar kapı bırakmamışlar. Metro istasyonu da acayip bakımsız. Herneyse, metro ile Barberini’ye varıyoruz. Sonra tabana kuvvet, elimizdeki harita ile Aşk Çeşmesi’ni buluyoruz.

Fontana di Trevi: büyüleyici! Ve kalabalık. Otelimiz Hotel Fontana tam karşısında. Ufak, şirin bir yer. Odadan şırıl şırıl su sesleri duyuluyor. Gana’lı bir çalışanın yardımıyla odamıza yerleşiyoruz. Çok yardımsever ve sıcakkanlı biri. Biraz yorgunluk var tabi ama burada olmak güzel 🙂 Az biraz yorgunluğumuzu attıktan sonra ver elini Roma sokakları. İlk durağımız Piazza di Spogna yani İspanyol Merdivenleri. İnanılmaz bir kalabalık ve inanılmaz bir güzellik. Yapısı, tarihi görülmeye değer. Birkaç fotoğraftan sonra alışveriş dünyasının gözbebeği Via Condotti’ye geçiyoruz. Akla gelebilecek bütün markalar burada, akla gelemeyecek fiyatlarla tabi ki 😉 Yine de güzel bir cadde, kendine özgü bir havası var. Etrafımızdaki insanlar gayet düzgün, bakımlı. Aynı biz 😛 Sonraki durak Piazza del Popolo. Meydanı turladıktan sonra Via del Corso yoluyla Piazza del Parlamento’ya. Daha sonra Pantheon Kilisesi’ni gezip büyüleniyoruz. Bu arada bugün özel bir gün olabilir, tüm kiliselerde ayin var. Bu kadar turizme, aç aç dayanılmaz değil mi 🙂 Karnımız çan çalmaya başlamışken Via del Corso üzerinde pizza margarita molası veriyoruz. Üzerinde Pantheon Meydanı’nda latte macchiatolarımızı da yudumluyoruz. Yola devam. Önce Piazza Colonna ve ardından Piazza di S. Pietro. Pizza, kahve tamam da dondurmasız olur mu? Olmaz! Aynı meydanda bu tatilin ilk Roma dondurmasını yiyoruz. Ben ananaslı ve böğürtlenli, Deha da kavunlu ve antepfıstıklı. Mevsim meselesi değil zevk meselesi ne de olsa 🙂 Kilometrelerce yürüyüp yeterince üşüdükten sonra otelimizin yolunu tutuyoruz. Yorucu bir gün oldu ama dopdolu. Bu günlük bu kadar, dinlenme zamanı. İyi geceler…

20 Kasım Pazar. Sabah 07:20 suları. Günaydın! Mis gibi dinlenilmiş bir sabaha Aşk Çeşmesi’nden akan suların sesiyle bon journo 🙂 Yine Aşk Çeşmesi manzaralı hiç beklemediğimiz kadar güzel ve doyurucu bir kahvaltı ile güne başlıyoruz. İlk durağımız Piazza Venezia’da  Vittorio Emanuele II anıtı. Nam-ı diğer meçhul askerlere adanmış anıt. Devasa bir yapıt. Büyüleyici. 81 m yüksekliğe ulaşıyor. 25 yıldan fazla sürmüş tamamlanması. Mimarisinden bahsetmiyorum bile. Bolca fotoğraf aldıktan sonra meydanı dolaşıyoruz. Bir köşede Rescue K9 köpeklerinin tanıtıma hazırlandığı bir alan kurulu. Köpüşler inanılmaz, tatlı mı tatlı, akıllı mı akıllı.

Bir süre onları izledikten sonra asıl hedefimiz olan Foro Romano’ya doğru yola koyuluyoruz. Burası antik Roma’ya dair kalıntıların, yerleşkelerin bulunduğu ve özel olarak korunarak sergilendiği bir alan. Çok büyük ve kapsamlı. Bugüne kadar nasıl geldiğini aklın almadığı bir sürü yapı var. Oldukça detaylı bilgilendirmeler de var. Özellikle Neron hakkında birçok eser ve bilgi sergileniyor. Devamında Palatino Müzesi’ni geziyoruz. Burada da ağırlıklı olarak eski Mısır döneminden antik eserler sergileniyor. Sonrasında Agusto’nun evini geziyoruz. Burası sırayla girilip gezilebilen bir yer. Demiştim ya forum büyük diye, yaklaşık 4-5 saat boyunca neredeyse hiç oturmadan gezip ancak bitirebiliyoruz. Her köşesini gördük mü o meçhul, ama çok ıskaladığımızı sanmıyorum. Ayaklarımızın halet-i ruhiyesini hiç karıştırmayın 🙂 Neyse, geldik gladyatörlerin mekanı Colosseo’ya! Dışından olduğu kadar içinden de oldukça ihtişamlı. Fotoğraflanan kareler tüm bu büyüyü açıkça sergiliyor. Gladyatör filmini bir daha izleyesi geliyor insanın bu gözle.

Gezimizi bitirdikten sonra karşısında bir mekanda ufak bir molayı hakediyoruz. Panini adı verilen sandviç şeklindeki pizzalarımızı alıp açık bir alanda Colosseo’ya karşı karnımızı da doyurduktan sonra tabir-i caizse haşatımız çıkmış bir halde kendimizi otele atıyoruz. Biraz dinlenelim diyip 2 saat kadar şekerleme yaptıktan sonra kendimize gelmiş bir halde tekrar sokağa çıkıyoruz. Quirinale Meydanı’na uğrayıp devamında Via Nazionale ile Piazza Repubblica’ya ulaşıyoruz. Birkaç fotoğraf aldıktan sonra aynı cadde üzerinde Doverdu isimli şirin bir restaurantta kırmızı şarap eşliğinde ançüezli margarita pizzamızı ve salatamızı afiyetle yiyoruz. Ardından yürüye yürüye otelimize dönerek Roma’daki 2. günümüzü de sonlandırıyoruz. Buona Sera!

21 Kasım Pazartesi. Yine 07:00 sularında güne başlayıp Aşk Çeşmesi manzaralı kahvaltımızı etmek üzere terasa çıkıyoruz. Yalnız bu kez manzara biraz farklı. Çünkü temizlik ve bakım sebebiyle çeşme durmuş ve havuz boş! Bu anda onu görmeye gelenlerin vay haline 🙂 Biz bir şekilde kahvaltımızı bitirip otelden çıkışımızı yapıyoruz. Tabi ki henüz gezeceklerimiz bitmediği için valizleri orada bırakıp yola koyuluyoruz. Bugünkü hedef Vatikan! Öncesinde durağımız Piazza Navona. Barok tarzı mimarisi ile ün yapmış bir meydan. Sabahın erken saatleri olduğu için oldukça sakin. Ancak iş gününün başladığı da belli oluyor. Oradan çıkıp Tevere Nehri üzerindeki Umberto köprüsüyle karşıya geçiyoruz. Palazzo di Giustizia önünde fotoğraf alıyoruz. Bu arada köprüler ve nehrin yapısı da oldukça hoş ve görülmeye değer. Sonra Tevere Nehri kıyısında yürüyerek Castel Sant’ Angelo’ya geliyoruz. Büyük ve güçlü görünümlü bir kale.

Doğal olarak birkaç pozdan sonra o büyüleyici Citta Del Vaticano’ya varıyoruz. İlk olarak San Pietro kilisesi ve bazilikasını ziyaret ediyoruz. Tam anlamıyla bir baş yapıt, mimari harikası. Kim, ne zaman, nasıl yaptı hayal etmek mümkün değil. Gösterilen saygı ve özeni de gördükçe imrenmemek elde değil. Bu arada kaşla göz arasında hacı da olduk 🙂 Şansımıza bir dua seansına tanıklık ettik. Etkileyici. Birçok heykel ve resmin yanında Hz. İsa’nın Meryem Ana kucağındaki doğuşunu gösteren heykel de büyüleyici. Oradan ayrılıp Vatikan Müzesi ve Sistina Şapeli’ne doğru ilerliyoruz. Müze alabildiğine büyük. Ne yöne dönsen farklı temalı bir odaya yönlendiriyor sizi. Hıristiyanlık tarihi, Rönesans dönemi, öncesi ve sonrasına dair heykeller, tablolar, eşyalar geniş bir alanda ve oldukça detaylı olarak sergileniyor. Bunlara ek olarak eski Mısır’a da dair birçok eser mevcut. Farklı ressamlara ait tablo ve çizimlerin yanı sıra en etkileyicisi ve özeli Rafaelo’nun odası olsa gerek. Şimdi sıra merakla beklenen Sistina Şapeli’nde. Haliyle bütün ziyaretçilerin göz bebeği burası. Tabi ki diğer yerlere göre çok özel. Çünkü burası Hıristiyanların en saygı duyduğu merkez. Ayrıca Papa seçimlerinin de yapıldığı yer olması itibariyle oldukça önem taşıyor. Duvarları Michelangelo’nun 8 yılda tamamladığı sanat harikası resimlerle süslü. Ortalık güvenlik görevlisi kaynıyor. Sürekli aralarda gezinip “not photo” diyerek insanları uyarıp bir de “şşşşşş” diyerek sessizliği sağlamaya çalışıyorlar. Anlayacağınız ulvi bir yer ve layığını veriyorlar. Bu ziyaretimizi de sonlandırıp geze geze otelin yolunu tutuyoruz. Bu arada hediyelik alışverişimizi yapıp Pantheon Meydanı’nda karnımızı da doyurduktan (bu sefer menü spagetti + kırmızı şarap ve espresso) sonra otelden valizlerimizi alıp Termini’nin yolunu tutuyoruz.

Bu kez metro yerine 175 numaralı otobüsü tercih ettik. Durakta kibar bir beyefendiden yardım aldıktan sonra otobüse binip Termini’ye varıyoruz. Bu arada otobüse para vermedik çünkü doğru dürüst kimse vermedi ve kontrol de yok 🙂 İtalya işte! Termini’de döne dolana tren bileti alacağımzı yeri buluyoruz. 18:43 Floransa trenine biletlerimizi alıp beklemeye başlıyoruz. Vakit yaklaşınca erzak hazırlığımızı da yapıp trenimize biniyoruz. Malum yol uzun, 4 saat, hazırlıklı olmak lazım. Bu sayede ben deniz Roma’daki ufak yolculuğu saymazsak ilk tren yolculuğumu da yapmış bulunuyorum 🙂 Bu sayede arrivederci Roma, ciao Florence! Yarın Floransa sabahında görüşmek üzere…

21 Kasım Salı. Tabi ki yine sabah 07:00 suları, bu kez Floransa sabahına uyanıyoruz. Bugüne geçmeden, otelimiz Hotel Bretagna yine şansımıza çok güzel. Arno Nehri’nin hemen kenarında. Görüldüğü kadarıyla da gayet merkezi. Odalar temiz ve ferah. Banyosu desen fazla fazla iyi. Tek aksilik klima çalışmıyor. Ama çalışanlar çok yardımcı, gecenin bir yarısı bize elektrikli petek getirdiler. Bu da bizi ısıtmaya yetti. Gelelim bugüne. Kahvaltımızı etmek için salona geçiyoruz. Yine beklemediğimiz bir şekilde güzel ve doyurucu bir kahvaltı bizi karşılıyor. Omletin tadı süper. Ekmekler çeşit çeşit. Kahve için seçenekler de var. Karnımızı bir güzel doyurup yola koyuluyoruz. Tabi ki önce Arno Nehri kıyısında fotoğraf almak şart. İlk durak Ponte Vecchio. Sabahın erken saatleri olduğu için henüz sessiz. Dükkanlar yeni yeni açılıyor. Ama manzara on numara. Yakın aralıklarla yapılmış köprüler çok hoş görüntü veriyor. Nehir kenarındaki evler ve yapılar çok güzel. Hem eski, hem mimari, hem modern. Rengarenk. Oradan Palazzo Vecchio’ya geçiyoruz. Eski bir saray. Yüksek bir saat kulesini de barındırıyor. İçeri girişte güzel bir avlu ve havuz karşılıyor bizi. Birkaç fotoğraftan sonra çıkıyoruz. Aslında içerisinde bir müze de var ama girmiyoruz. Çünkü şimdiki durak Ufizzi.

Avrupa’nın en büyük sanat galerisi. Dış yapısı oldukça büyük ve güzel. İçerisi de gayet büyük. Özellikle eski Roma’ya dair heykeller, ünlü ressamların bazı tabloları sergileniyor. Ressamlar belirli odalarda geziliyor. Ayrıca müzenin ilk katında müzenin kronolojik tarihini ve gelişimini gösteren bilgilendirme de mevcut. Yaklaşık 4 saat süren müze gezimizi sonlandırıyoruz. Tercihe göre 1 tam gün sürebilecek içeriğe sahip. Kişisel yorumlarım, sahip olduğu statüye göre biraz bakımsız. Kalitesini ve değerini maalesef göstermiyor. Çok da estetik olmayan sergileme araçları kullanılmış. Duvarlar yer yer kirli. En önemlisi de eserlerdeki ışıklandırmalar hatalı. Bazısına öyle vuruyor ki ışık, tablonun üst kısmını görmek için odanın öbür ucuna gitmek gerekiyor. Bir de koridorlarda sergilenen portreler –ki içlerinde Osmanlı padişahları da mevcut- yerden metrelerce yükseklikte. Açıklamaları de uzakta olunca ne tanımak ne de öğrenmek pek kolay olmuyor. Bu arada müzenin öne çıkan eserleri Raffaello’nun “Venüs’ün doğuşu” ve Botticelli’nin “Bir genç adam portresi ” sayılabilir.

Bir sonraki durak Floransa’nın merkez kilisesi olan Piazza del Duomo. Kilisenin içini geziyoruz. Dürüst olmak gerekirse Vatikan’dan sonra çok da etkileyici olduğunu söyleyemem 🙂 Yine de gayet ihtişamlı bir yapı. Klasik “şşşşş” anonsları burada da eksik olmuyor. Fotoğraf çekimimizi bitirdikten sonra Galleria del’ Academia’ya yöneliyoruz. Burada Michelangelo’nun Hz. Davud heykeliyle bitmemiş birçok eseri sergileniyor. Palazzo Vecchio’daki heykelin aslı da burada sergileniyor. Müzeye girmeden gezerek Piazza del Republica’ya gidiyoruz. Fotoğraflarımızı çekip daha sonra 1000li yıllarda yapılmış olan Dante Kilisesi’ne uğruyoruz. Gayet ufak, sade, kendi halinde bir kilise. Süs yok. Sadece olması gerekenler var. Bir sonraki durak Saint Lorenzo’nun bazilikası. Pazarını gezip biraz alışveriş yaptıktan sonra otelimizin yolunu tutuyoruz. Huyumuz kurusun yine bir siestayı hak ettik 🙂 1-2 saat dinlendikten sonra yemek için dışarı çıkıyoruz.

Menü belli. Floransa bifteği! Otelden birkaç öneri aldıktan sonra bir tanesini seçip yola koyuluyoruz. Oldukça sıcak ve şirin bir ortam. Biftek 1 kg olarak servis ediliyor. Kendi yapımları şarap da mevcut. Salı akşamı olmasına rağmen baya baya kalabalık. İlave olarak istediğimiz patates salatası ile birlikte bifteğimiz geliyor. Doğal olarak ben başta baya yadırgıyorum çünkü içi neredeyse hiç pişmemiş, kıpkırmızı. Ama tadına bakınca tuz ve baharatıyla birlikte gayet lezzetli. Tabi ki az pişmesi sebebiyle yemesi biraz zor olabiliyor, azıcık da kanlı. Ama beklediğimden çok ama çok lezzetli. Çok güzel ve keyifli bir akşam yemeği yiyoruz. Sonrasında geze geze, fotoğraf çeke çeke otelimize ilerlerken Republica meydanına ve Ponte Vecchio’ya uğruyoruz. Meydanda bir mekanda canlı müzik var, ilginç. Vecchio’da da gençler köprü üzerinde gitar çalıp eğleniyor. Tabi biz de 🙂 İtalya’daki bir gün daha böylece sonlanıyor. İyi geceler!

23 Kasım Çarşamba. Günaydın. Bugün buradan ayrılma günü. Kahvaltımızı edip çıkışımızı yaptıktan sonra valizleri yine otelde bırakıp hediyelik ve şarap alışverişi için dışarı çıkıyoruz. Dün gece aldığımız bir kararla Napoli’den önce Pisa Kulesi’ne uğramak üzere tren istasyonuna gidiyoruz. 1 saat 20 dk’lık tren yolculuğumuz başlıyor ve tam zamanında Pisa’ya varıyoruz. Ufak bir kent olduğu halinden de haritasından da belli. Ama ne hikmetse Pisa Kulesi’nin nerede olduğuna dair hiçbir ibare yok. Saklamışlar resmen. Yola düşüp araya sora sonunda buluyoruz aradığımızı. Bu arada kenti enlemesine bir baştan öbür başa geçmiş bulunuyoruz. Burada da nispeten ufak bir nehir var üzerinden geçilen. Her neyse, Pisa Kulesi, müze, merkez kilise aynı alanda özel olarak ayrılmış. Kule hayal ettiğimden bile etkileyici. Eğiklik açısı gerçekten ciddi. Yanındaki kilise ve mezarlık da görülmeye değer. Kocacığım daha önce gördüğü için tek bir giriş bileti alıyoruz. Ve ben Pisa Kulesi’nin basamaklarını tırmanmaya başlıyorum! Eğim sebebiyle basamak yükseklikleri ve mesafeleri döndükçe değişiyor. Basamakların taşı artık eriyip şekil değiştirmiş. Rahat rahat düz bir şekilde basamıyorsunuz. Çıkılacak yükseklik çok ciddi olduğu için haliyle oldukça yorucu. Koridor da tek kişinin geçebileceği kadar dar. Bir şekilde dinlene dinlene önce çanların olduğu kata ulaşıp 360 derece bir tur atarak fotoğraf aldıktan sonra son bir hamle ile en üst kata ulaşıyorum. Manzara inanılmaz. Tüm kent ve hatta fazlası ayaklarınızın altında. Statik gereği sınırlı sayıda kişiyi aynı anda kulede bulundurdukları için 5-6 kişiden fazlası yok terasta. Yine 360 derecelik bir tur atıp bu kez kamera çekimi yaptıktan sonra birkaç fotoğraf çektirip dönüş yoluna başlıyorum. İnerken adımlarımı sayarak kamera çekimi de yaptım. Çok yaklaşık olarak 290 basamak var. Dile kolay, ama inmenin çıkmaktan daha kolay olduğu kesin 🙂 İndikten sonra birlikte merkez kiliseye gidiyoruz. Yine oldukça büyük ve güzel bir yapı. İçinde Galileo’nun yer çekimi çalışmaları sırasında yapıp kiliseye hediye ettiği sarkaç bir ışık mevcut. Burayı da bitirdikten sonra dönüş yolunda bir yemek molası veriyoruz. Fiyatına göre gayet lezzetli ve büyük iki margarita yiyip yine ev yapımı şarap içiyoruz (yine :)).

Şimdi istikamet tren istasyonuna giderek Floransa’ya dönmek. Dönüşümüzde de gelirken olduğu gibi trene koşa koşa, nefes nefese yetişiyoruz. Otele uğrayıp eşyalarımızı aldıktan sonra yaklaşık 3 saat sürecek olan ve kısmetse bu kez hızlı trenle yapacağımız Napoli yolculuğumuz başlayacak. Pisa’dan gelip koşar adımlarla otelden valizlerimiz alıp can havliyle 18:10 trenine bilet almayı başarıyoruz. Alelacele trenin kalkacağı yeri bulup biniyoruz. Bu kez hızlı tren. Gerçekten güzel görünüyor. İçerisi de baya farklı. Yerimize yerleşip yola çıkıyoruz, ve saat 21:30 sularında Napoli’deyiz! Elif ve Francesco bizi almak için gara gelmişler. Birlikte evin yolunu tutuyoruz. Sadece bu kadarcık yoldan bile Napoli’nin çok farklı olduğu anlaşılıyor. Genel yapısı eski duruyor. Ama yüksek apartmanlar çoğunlukta (normal kat sayısında tabi ki). Bu nedenle Roma ve Floransa’dan çok farklı. Tarih ve kültürden ziyade hayat ön planda gibi görünüyor. Bize çok benzedikleri geyiği de haksız sayılmaz. Trafik karmaşık, insanlar rahat (bizden çok daha fazla), pek bir düzen ve disiplinin olmadığı belli oluyor –diğer Avrupa kentlerine nazaran tabi ki. Kısacası çok yabancı hissetmiyorsunuz. Evde bizi hışımla Can ve Halet abla karşılıyor. Hoşbeş ve muhabbetten sonra mükellef donatılmış yemek sofrasına oturuyoruz. İlk defa hakiki mozarella peyniri yeme şerefine erişmiş bulunuyorum. Gerçekten özel bir peynir, hele de benim gibi peynir hastası birisi için. Keşke Türkiye’de de bulunabilse. Her neyse, geceyi yine yiyerek –tabi ki tatlı, tiramisu- sonlandırıyoruz. İyi geceler…

24 Kasım Perşembe. Bu kez de Napoli sabahına uyanıyoruz, hem de bu sefer 07:00’de değil 09:30’de, hem de saatle değil Elif ve Can’ın sesiyle. Bu sayede Vitobello malikanesinde çalışan Maria ile de tanışmış oluyoruz. Gayet Türk usulü bir kahvaltı ve çok şükür günler sonra çaya doyduktan sonra Can’ı evde bırakıp dışarı çıkıyoruz. Bugünkü hedef Napoli şehir turu. Vomero bölgesini geziyoruz. Bunun içinde pazar da dahil. Pazar aynı bizimkiler gibi. Ne ararsan var. Curcuna. Via Scarlatti caddesini gezip dondurmamızı yiyoruz. Bu sefer çilekli ve Antep fıstıklı tercihim. Özellikle kıvamı gerçekten farklı. Daha sonra finüküler ile aşağıya iniyoruz. Gerçekten ilginç ve özgün bir taşıt. İniyoruz derken gerçekten baya bir eğimle tepeden iniyoruz. Via Chiaia ile gezimize devam ediyoruz. Sonra Via Roma Castel Novo’nun önünde fotoğraf çekiyoruz. Yakınlardaki Gallaria Umberto’yu geziyoruz. Alışveriş merkezi gibi bir yer. Ama tarihi de bir yapıt ve çok ferah. Sonra Halet ablaların evlendiği Francesco kilisesinin ve kralın sarayının da bulunduğu Piazza Pilebiscito’yu geziyoruz.. Oradan sahile doğru yönelip limanı ve Vesuvio yanardağını uzaktan seyredip fotoğraflıyoruz. Ve bir mola verip Via Roma üzerinde 1800’lerden kalma bir restaurantta pizza zamanı. Gerçekten söylendiği gibi önceki yediklerimizden farkı var. Çok mütevazı ama lezzetli. Sonra kiliseler sokağına geçip Chiesa del Gesu Novo’yu geziyoruz. Burayı özel kılan 1900’lerin öncesinde Napoli’de yayılan kolera hastalığına deva olmuş doktor aziz Moscati’nin yaşadığı ve odasının, eşyalarının sergilendiği bir kilise olması. Dışarıdan belli olmasa da oldukça ihtişamlı bir kilise. Sonrasında Dante meydanı üzerinden bu sefer metro ile eve dönüyoruz. Bu arada Francesco’yu bekleyip çocukların karnını doyurduktan sonra onlarla ilgilenecek olan Laura’nın da gelmesi ile dördümüz akşam yemeği için dışarı çıkıyoruz.

Pozzuoli’de volkanik bir yapıda olan D’verna Gölü kenarındaki restaurantına oturuyoruz. Ufak ve samimi bir yer. Francesco sağolsun gelmeden menüye çalışmış ve bize olabildiğince farklı ve özel lezzetler tattırabilecek bir plan yapmış. Beyaz şarap eşliğinde yediklerimizi sayacak olursak marine edilmiş hamsi, domatesli, yağlı ve baharatlı kızarmış ekmek, karides, ahtapot kızartma, kalamarlı fasulye, midye çorbası –ki içinde farklı tiplerde midye, domates, ekmek, sarımsak, kalamar, böcek ne ararsan bulunan enfes bir lezzet-, midyeli makarna –ki içinde yine birçok midye ve ilaveten Türkçesi kurbağa yiyen balığı olan bir balık vardı ve yine çok güzeldi- ve tatlı ile yanında limoncello. Uzun lafın kısası denize dair ne varsa yiyoruz. Çok doyurucu ve keyifli bir yemek. Sonrasında az da olsa birkaç kalori yakmak amacıyla 😛 gölün kenarında biraz turluyoruz. Kısa bir bilgi; Eski Roma’da bu gölün cehennemin ağzı olduğuna inanılırmış. Orta büyüklükte bir göl ama 1 km derinliği varmış. Bu çevrede toplam 3 krater gölü mevcutmuş. Bu arada yemek yediğimiz yerin anlamı da eski Yunan mitolojisine göre Azrail’in yeri, ne iştah açıcı değil mi 🙂 Bu vesile ile günümüzü sonlandırıyoruz. Napoli’ye dair birkaç yorum: gerçekten ortam bizim memleketten farksız. Kural yok, çevre düzensiz ve kirli. Ama insanlar daha rahat ve inanır mısınız çizik ya da vuruk olmayan araba yok denecek kadar az. Yollar Roma ve Floransa’ya nazaran daha da dar olduğu ve pek ışık falan tanınmadığı için bu gayet doğal bir sonuç. Bu arada tüm İtalya’da bisiklet, motosiklet, scooter ve Smart gibi minik arabalar inanılmaz revaçta. İnsanlar takım elbiseleriyle, yaş ve cinsiyet ayırmaksınız motor kullanıyor. İşte buna bayıldım! Şimdilik bu kadar. İyi geceler!

25 Kasım Cuma. Artık sonlara yaklaşıyoruz mu ne? Yine erken kalkalım diye yatıp 09:00 civarı uyanabiliyoruz. O kadar yemenin içmenin üzerine kabuslarla dolu bir geceden sonra kaçınılmaz son. Kahvaltımızı ettikten sonra hep birlikte (bu sefer çoluk çocuk) dışarı çıkıyoruz. İstikamet Caserta. Burası eskiden Napoli prensesinin yaşadığı saray. Ama saray da ne saray! Önce müze haline getirilmiş sarayı geziyoruz. Eski eşyalar, odalar, tablolar, çalışmalar. Neredeyse olduğu gibi sergileniyor. Tabi ki de alabildiğine büyük. Gezmesi de gayet zevkli. Orayı bitirdikten sonra sarayın arka tarafından bahçeye çıkıyoruz. Bahçe diyerek küçümsenmemesi gereken bu araziyi görünce sarayın ihtişamı arka planda kalıyor. Alabildiğine uzun ve büyük. Tepelere doğru uzanıyor. İçerisinde havuzlar, çeşmeler, merdivenler, heykeller, parklar, ne arasan var. Hava da şansımıza hiç beklenmeyecek kadar güzel olunca gezmek başka güzel. Yavaş yavaş fotoğraf çeke çeke yukarılara çıkıyoruz. Havuzlarda boy boy bir sürü de balık var. Yukarı çıkmaktaki asıl hedefimiz en üstte bulunan İngiliz Bahçesi’ni gezebilmek. Aldığımız onca yol buna fazlasıyla değiyor. Çok güzel bir bahçe. Farklı ve ilginç ağaçlar var yüzlerce yıllık. Yine gizli saklı havuzlar, çeşmeler… Yeşillik, su sesleri, gizem inanılmaz bir huzur veriyor. Venüs’ün heykelinin olduğu yeşillikler içerisine gizlenmiş ufak bir göl ve çeşme başında yer alan “Venüs’ün banyosu” da çok özel bir güzellik. Bahçenin kapanmasına zar zor yetiştiğimiz için bu güzelliklerden olabildiğince nasiplendikten sonra Caserta’dan çıkıyoruz. Sonraki durağımız ise çok farklı bir kategoriden: Solfatara volkanının krate ağzı! İşte bu gerçekten ilginç bir deneyim oluyor bizim için. Açık bir alan, yeri taş-kum gibi ama kimyasal olaylar sebebiyle çok farklı renk ve yapıda. Biraz ilerleyince bölge bölge yerden çıkan yoğun buharları görebiliyorsunuz. Bu arada alana girer girmez inanılmaz ağır bir koku sizi sarıyor. Sülfür kokusu, gerçekten çok kötü. Zaten fazlasıyla da zehirleyici bir gaz. Alanın ortalarında bir yerde çevrelenmiş bir su birikintisi mevcut. Su fokur fokur kaynıyor. Kabarcıkları, sesi, buharı çok bariz bir şekilde belirgin. Gerçekten hayret verici. Yine taşlardan buharların yükseldiği alanlarda sıcaklığın 130-160 derece olduğu belirtiliyor. Zaten yürürken ya da el uzattığınızda sıcaklık kendini belli ediyor. Yine biraz ilerleyince bundan ~20 yıl kadar önce içine girilebildiğini öğrendiğimiz iki mağara ağzına geliyoruz. İçerilerindeki gaz yoğunlaştığı ve zehirli olmaya başladığı için artık kapatmışlar. Yerlerinden yine yoğun bir buhar çıkıyor. Bu arada hava kararmaya başladıkça ortam ürkütücü olmaya başladı ki neyse ki oradan ayrılıyoruz. Sonrasında Napoli sahilinde ve körfezinde arabayla turluyoruz. Son durağımız Castel dell’Ovo yani Yumurta Kalesi. Kıyıdan denizin içerisine sokuluyor, büyük ve yeterince yüksek. Deha ile içini gezip yukarılara çıkarak bol bol fotoğraf alıyoruz. Sonrasında istikamet ev.

Biraz dinlenip Posillipo’da yer alan bir puba gitmek üzere dışarı çıkıyoruz. Babette isimli bir puba giriyoruz. Buradaki pub anlayışı biraz farklı. 20:30-21:30 civarlarına kadar insanların aileleriyle ve çocuklarıyla yemeğe geldikleri, ama daha sonrasında gençlere devredilen bir mekan. Daha çok bira içip yanında hamburger vari yiyecekler tercih ediliyor. Bizim bulunduğumuz pub Napoli’nin en iyisiymiş. Biz daha yemek yerken dışarıda kuyruk oluştu ve rezervasyonsuz kimse kabul edilmedi. Biz Baburger adlı spesyali tercih ediyoruz. Çok büyük ve kalın hamburger eti, yanında sebze ve patates kızartması ile servis ediliyor. Çok lezzetli, doyuruculuğundan bahsetmiyorum çünkü gerçekten fazla. Yanında da ilk önce dark sonrasında da normal bira içiyoruz. Karnımızı doyurduktan sonra yine Napoli’nin en iyilerinden olduğu söylenen sahildeki bir dondurmacıda dondurmamızı yiyoruz. Bu seferki terchim de muzlu ve kinderli (çikolata parçalı kaymaklı gibi) ve gayet güzel. Taksim’deki İtalyan dondurmacısındakine benzer bir tat. Velhasıl sonrasında evin yolunu tutup bugünü de böyle sonlandırıyoruz. İyi geceler!

26 Kasım Cumartesi. yine 09:00 sularında kalkıp kahvaltımızı ediyoruz. Dünkü tempoya dayanamayan Can dün geceden beri hasta. Bu yüzden Halet abla, Can ve Elif bugün bize katılamıyorlar maalesef. Biz de Francesco ile hemencecik giyinip yola çıkıyoruz. Bugünkü istikametimiz Napoli’nin güney sahilleri: Castiera Amalfitara yani Sorento, Positano, Amalfi, Praiano ve Vietri. Otoban vasıtasıyla yolumuza devam ederken Vezuvio yanardağına bu sefer çok yaklaşıyoruz. Kocaman ve tek bir ağzı var, ürkütücü. Herhangi bir canlanma durumunda –ki her 50 yılda bir canlandığı söylenirmiş ve çok da uzak olmayan bir dönemde yine bekleniyormuş- gerçekten tehlike yaratması kaçınılmaz. Çünkü hemen eteklerinde yerleşimler mevcut. Yolumuz üzerinde birçok lüks otelin yanından geçiyoruz. Bunları ilginç kılan eski fabrikaların restore edilip düzenlenerek otele dönüştürülmüş olması. Gerçekten çok farklı yapılar oluşmuş. İlk durağımız olan Sorento’da duraklayıp fotoğraf çekiyoruz. Bu arada belirtmekte fayda var, hava muhteşem ötesi. Montsuz gayet rahat dolaşılabiliyor, güneş kıvamında ısıtıyor. Zaten bu havanın sonucu olarak da güneşlenen ve hatta yüzen insanlara rastlamak mümkün. Manzaralar muhteşem, muazzam ve büyüleyici. Falezler, deniz, yapılar… Gerçekten insanı başka bir boyuta geçmiş gibi hissettiriyor. İkinci durak Positano. Tabi bu iki durak arası o kadar da rahat geçmiyor 🙂 Dağların etrafından döne döne gidilen, zaman zaman tek aracın bile nasıl geçtiğine inanılamayan, keskin virajlarla dolu bir yol. Her baba yiğit şoförün harcı değil yani. Ama buranın insanları gayet rahat yol alıyor. Midesi birazcık zayıf olan insanlar için oldukça riskli bir yol 🙂 Neyse ki bizde sorun yok! Arabayı parkedip yürüyerek Positano’yu dolaşıyoruz. Halihazırda filmlere mekan olan, son derece özgün ve bir o kadar romantik bir yer. Resmen huzur dolu. Yukarından aşağıya sık sık konumlandırılmış yapılar, dar sokaklar, taş yollar, merdivenler, otantik ve yerel dükkanlar… Ve en sonunda ulaşılan kumsal ve masmavi tertemiz deniz. Gerçekten büyülenmemek mümkün değil. Bu arada bu yörelere özgü bir durum; oteller yukarıda sahil aşağıda olduğu için otellerden asansörlerle aşağıya ulaşım sağlanıyor. Ayrıca arabayla gezmek zor olduğu için sürekli servis yaparak tur atan minik otobüslerle ulaşım sağlanabiliyor. Yine bu yörede limon çok özel. Yol üzerinde ve manavlarda satılan devasa limonları görünce bunu anlıyorsunuz zaten. Limonla ilgili akla ne gelirse yapmışlar: mumlar, sabunlar, aksesuarlar, içecekler, ve daha neler. Zaten ortamda çok hoş bir limon kokusu hakim.

Gezimizi bitirerek Monte Pertuso La Tagliata isimli yükseklerde konumlanmış bir restauranta gidiyoruz. Tüm Costiera Amalfi ve Capri Adası manzarasına hakim. Çok özgün ve sıcak bir yer. Personeli inanılmaz cana yakın ve yardımcı. Menüye gelince diyecek çok şey var. Öncelikle ev yapımı ve diğer içtiklerimize hiç benzemeyen şarapla başlayalım. Kendi üzüm bağlarından yaptıkları için gerçek bir ev yapımı olduğu bariz. Sonrasında antipasta olarak daha çok sebzelerden oluşan hepsi birbirinden özel sunumlarda bezelye, karnabahar, fasulye, ıspanak vari bir sebze, farmesanlı patlıcan, nohut, brokoli, mozarella, ricotto, sebzeli garip bir pilav, işkembe sayılabilir. Daha ne olsun. Sonrasında yemek karışık bir makarna tabağı: ravioli, nocchi, ricotta ve mantarlı olmak üzere dört çeşit. Bu makarnalar da ev yapımı. Zorlaya zorlaya onları da yiyoruz. Üstüne olmazsa olmaz tatlı tabağı, her ne kadar yiyecek hal kalmadıysa da! Bu tabakta da sadece profiterolün adını hatırlasak da 4-5 çeşit tatlı var. Tabi ki çikolata ve süt ağırlıklı. Yanında da limonchello ve alman likörü bize eşlik ediyor. Bir şekilde mide spazmı geçirmeden espressolarımızı da içerek oradan ayrılıyoruz. Bu mekan gerçekten benim aşçılık ve işletmecilik ruhumu tetikledi yeniden! Çok özenilesi bir mekan. Bu arada güneşin batışına yemeğin sonlarına doğru restaurantta tanıklık etmeye başlayıp yol kenarı boyunca da eşlik ediyoruz. Gerçekten duvar kağıdı tadında görüntüler veriyor. İstikamet Amalfi. Güneşin batışıyla birlikte bol bol fotoğraf alıyoruz. Burası Unesco tarafından dünya tarihini koruma programı dahilinde koruma altına alınmış durumda. Bunu hak edecek şekilde birçok tarihi yapıya sahip. Devamında Praiano’da durup yine fotoğraf alıyoruz. Ve son durak Vietri. Burada da arabayı park edip çarşısında geziyoruz. Buranın ön plana çıkan özelliği de seramik. Yol üzerinde birçok seramik fabrikası var. Seramikten şarap şişesi tapasından sehpaya varana kadar çeşit çeşit bir sürü aksesuar ve eşya yapmışlar. Bunlar tüm çarşıya yayılmış birçok renkli renkli dükkanda satışa sunuluyor. Biz de bu mağazalardan alışverişimizi yapıp fotoğraflarımızı aldıktan sonra eve dönüş yoluna giriyoruz.

Bu akşam maç olduğu için evdeyiz. Zaten bizim de son gecemiz, dinlenmemiz ve toparlanmamız lazım 🙁 Ama gece bu kadar tek düze gelişmiyor maalesef 🙁 Ben deniz, kaş yapayım derken göz çıkararak Floransa-Pisa-Napoli’de çekilen tüm fotoğrafları yanlışlıkla makineden sildim 🙁 Hiç bu kadar kötü hissettiğim bir an olmamıştı, başımdan kaynar sular döküldü fark ettiğim an 🙁 Deha’ya söylediğimde ise aynı suları bir de o döktü haliyle. Elim ayağıma dolanıp ne yapabileceğimi düşünürken internetten araştırıp bazı programlar ile silinenlerin kurtarılabildiğini buldum. Hemen işe koyulup onlarca programı indirdim ama hiç biri Deha’nın bilgisayarında açılmadı. Açılan bir tanesi de 4 saat kadar çalıştıktan sonra sonuçsuz kaldı. Tüm gecem çocukların odasında bilgisayar başında bu stresle geçti. Maalesef bir sonuç alamadım ama dönüşte halledebilme ümidimi canlı tutmaya çalıştım. Sonrasında bu süreci unutmak ve sakinleşmek için mutfakta gece 03:00’e kadar Halet abla, Deha ben muhabbet ettik. Valizlerimiz de hazırlayıp tıka basa doldurduktan sonra son gecemizi de böylece sonlandırmış oluyoruz. İyi geceler 🙁

27 Kasım Pazar. Maalesef ki beklenmeyen gün geldi çattı. Dönüyoruz. Saat 08:17 Napoli-Roma Termini trenine yetişmemiz gerektiği için 07:00’de kalkıp apar topar evden ayrılıyoruz. Neyse ki treni zamanında yakalıyoruz. 10:21 gibi Roma Termini’ye varıp oradan da Fuimicino trenine biniyoruz. Ve nihayet havaalanındayız. Bagajları verip bir şeyler atıştırdıktan sonra check-in yapıyoruz. Girişler çok kalabalık, 20 dk kadar kuyruka bekliyoruz. Uçağa alınmamızda bir gecikme olmuyor ama bindikten sonra İstanbul’un yoğunluğundan 20 dk kadar uçakta bekletiliyoruz. Ve artık yuvaya dönüş, rüya gibi bir tatilin yıllarca beklenen bir hayalin sonu ve gerçek hayatın başlangıcı (+4’er kilo ile beraber:()…

Gerçekten kendimi bildim bileli görmek istediğim İtalya’da sonunda çok da güzel bir tatil geçirmiş oluyoruz. Fotoğraf kazasını saymazsak hoşumuza gitmeyen, aksayan hiçbir şey yaşamadık desek yeridir. Artık İtalya’yı sadece uzaktan değil yakından da seviyorum. Gerçekten her şeyiyle benim zevkime uygun bir ülke. Bizim gibi, ama bazı konularda bizden ilerde, ancak hiç ucuz değil hatta pahalı, sıcak, tarih dolu, modern, romantik, lezzetli… Arrivederci  İtalya! Tekrar görüşmek üzere…

Maliyet Notu: 8 gece 9 günlük bu tatilimizin maliyeti Napoli’de konaklama hariç diğer herşey dahil 2 kişi için 1.600 € civarında. İlgilenenlere seve seve detay ve tavsiye verilir..

4 Responses to “İtalya : Kasım’da başkadır…”

  • çok güzelmiş! fotograf kazasına içimiz gitti 🙂 iyi ki yazmışsın her gün, fotografların yerine anı olarak kalmış 🙂 Tekrar gitmek için bir sebebiniz var 😛

  • Kasim ayı yağmurlu geçiyor diyorlar ama sizim geziniz esnasında hava durumu genel olarak nasildi

    • Merhaba, gayet güzeldi. Güneşliydi çoğu gün çok sıcak olmasa da. Özellikle kasımın ilk yarısı tercih edilebilir. Artık kış daha geç geliyor malum 🙂

  • Merhaba,
    Eşimle birlikte biz de İtalya’ ya tatile gitmek istiyoruz. Pegasus’ un kampanyasından faydalanarak. Kasım ayında gitsek üşür müyüz, hava nasıl olur en çok o yönde korkularım var 🙂

Yorumlarınız için

Your email address will not be published. Required fields are marked *