καλησπέρα > Kali̱spéra

On March 28, 2014

Yine denetim zamanı ve ben yine yollarda… Neyse ki çok uzaklara değil bu sefer, komşuya Atina’ya 🙂

19 Mart Çarşamba günü TK1849 12:25 uçağıyla yola koyuldum. Samsun’dan yakın yani 1 saat 25 dakika! Hem de ne güzel ki ilk defa yurtdışına çıktığımda saat ayarı yapmam gerekmiyor 🙂 Havanın İstanbul’dan güzel olduğunu söyledikleri için de bir heyecan vardı. Uçaktaki yolcuların büyük bir kısmı Amerika’lıydı diyebilirim. Bir de Fenerbahçe Ülker basketbol takımı vardı uçakta, sonradan öğrendiğime göre Perşembe akşamı Panathinaikos ile karşılaşmaları varmış. Çok kalabalık olmasa da kilo olarak ağır bir yolculuktu yani 🙂 Neyse ki aksilik olmadan zamanında iniş yaptık ve hava gerçekten muhteşemdi.

Atina’daki tek havaalanı olan El Venizelos, gayet güzel ve ferah, süreçleri de gayet akıcı. Pasaport ve valiz işlemlerimi hallederek metro istasyonunun yolunu tuttum, havaalanı binasının tam karşısında. Zaten tek bir hat geçiyor havaalanından,image burası ilk durak. 8€’luk biletimi alarak – ki buradan ulaşımın çok da ucuz olmadığı anlamı çıkarılabilir – M3 hattı ile Syntagma meydanında doğru yola çıktım. Yaklaşık 40 dk sürdü, 15 durak. Vagonlar gayet temiz ve sağlam, çok eski olmadıkları belli. İstasyonlar da şaşırtıcı derece de güzel. IMG_4417Büyük, ferah, temiz ve her birinde sergi vari oluşumlar var daha çok antik kalıntı ve eşyalar üzerine. Her neyse, daha sonra M2 hattına aktarma yaparak 1 durak ilerideki Acropolis’e geçtim. Direk şehrin göbeğine çıktım istasyondan, Acrapolis’in yanı başı. Capcanlı bir cadde, sokaklarda kafelerde insan dolu, trafiğe kapalı bir cadde. Sonra anlamsız bir şekilde bir etrafa bir haritaya bakarak otelin yerini tespit etmeye çalıştım. Edebildim mi? Tabi ki hayır 🙂 Biraz yürüdüm, sonra bir polise sonra da bir büfeciye sordum. Sağ olsunlar güzelce tarif ettiler. 3 gece konaklayacağım Herodion otelini buldum sonunda, meğer bulunduğum caddenin hemen sağ tarafında kalıyormuş gayet yakın! Gayet samimi bir şekilde karşılandım resepsiyon tarafından. Kayıt işlemlerini halledip bir belboy eşliğinde odaya çıktım. Belboy dediğim adam İstanbul’dan geldiğimi öğrenince girdi muhabbete, gelmiş iki kere çok beğenmiş.

Ana caddeye bakan odama yerleştim. Yeterli ferahlıkta, temiz, güzel bir odaydı. Bir süre dinlendikten sonra elimde otelin lobisinden aldığım haritalarla attım kendimi dışarı 🙂 Pandrosou diye bir cadde okumuştum üzerinde dükkanların olduğu. Yalnız gezmek için iyi bir seçim olacağını düşündüm. Yakın görünmesine rağmen yer-yön tespit riski sebebiyle metroyla gitmeyi tercih ettim 🙂 Önce M2 ile Sytagma’ya oradan da M3 ile Monastiraki’ye geçtim. Monastraki istasyonu yine tamimage meydanda. Kocaman açık bir meydan. Etrafında oturma yerleri var, daire gibi düşündüğünüzde çevreden kollara ayrılıyor. Trafiğe kapalı canlı bir meydandı, müzikler dans edenler, arabada meyve çerez satanlar… Aradığım caddeyi bulmaya çalışırken Adrianou caddesine girdim. Caddenin bir yanı yeme içme mekanlarıyla dolu, masalar sokakta… Diğer yanında da yine antik bazı alanlar ve tren yolu var. Havası aynen Alaçatı. Cıvıl cıvıl… Kendimi alamayıp baya yürüdüm. Bu sayede Hephaestus tapınağını da uzaktan görmüş oldum. Sonra meydana geri döndüm. O arada kendime gelmek adına şu meşhur frappelerinden de içeyim dedim. Yogolicious isimli bir yer canlılığıyla imagedikkatimi çekti. Özünde yoğurt üzerine. Bizim eski Sarelle muslukları gibi musluklardan yoğurdunu alıyorsun, sonra içine envai çeşit meyve, marmelat vs. katıyorsun. Canım çekmedi değil ama kahvede karar kıldım. Frappeleri soğuk filtre kahve, hele bir de şekersiz alınca değmeyin sertliğine! Almış bulunduk bir kere20140327-235140.jpg içilecek çaresi yok 🙂 Elimde kahvemle bulup girdim Pandrosou caddesi değil de daha çok sokağına. Yine Kemeraltı-Alaçatı karşımı bir yerle karşılaştım. Sokağın iki yanı küçük dükkanlarla dolu; kuyumcu, hediyelik eşyacı, giysici, dondurmacı, sabuncu, zeytinci… Dükkanların birinde iki amca ellerinde mandolin, keyifle müzik yapıyorlardı. Gülümseye gülümseye dolaştım sokağı sonuna kadar, çok keyifliydi. Hava kararmaya başlayınca dönmeye karar verdim. Metrodan indikten sonra biraz Acropolis’in eteklerinde turladım ve iyice acıktım. Sonra kendimi o canlı cadde üzerindekilerden Arcadia adlı bir restorana attım. Gayet kibar ve ağzı laf yapan bir garson beni karşıladı. Tabi ki o güzel havada dışarıda oturdum 🙂 Önce masaya değişik bir aromalı zeytin ezmesi ve ekmek geldi. Ana yemek olarak da deniz mahsullü spagetti söyledim yanında yerel bir rose şarap ile 🙂 Kocaman bir tabak geldi önüme, içi midye ve karides dolu! Zevkle yemeğimi bitirip otele geri döndüm.

İlk gözlemlere gelince… Yeni bir yorum olmasa gerek; aynı bizim gibiler 🙂 Konuşmasalar hayatta ayırt edemezsiniz. Tipleri, giyimleri çok benzer. Bu avantaj oldu tabi, elinde harita oraya buraya bakınmadığın sürece anlamıyorlar turist olduğunu 🙂 Karmaşa da benzer, yolda ve metroda bir koşturma bir tıklım tıkışlık mevcut. En takdir ettiğim olay da İngilizcenin yaygın olması. Hemen her şeyin İngilizce açıklaması da yer alıyor. İnsanların İngilizce bilgisi de gayet iyi. Polisi, bakkalı, biletçisi… Herkesle gayet güzel iletişim kurabildim. Bir aksan var tabi ama öyle İspanyollarınki gibi rahatsız edici değil. Evcil köpek çok yaygın, bir sürü kişi genellikle ufak boyutlardaki köpeklerini gezdiriyorlar sokakta. Bir de sokak satıcıları, onlar da çok benzer… Gül satan Çingeneler, havaya yapışkan oyuncak atan ve kesin Yunanlı olmayan tipler, işportacılar gayet yaygın.

Gecem günüm kadar güzel geçmedi ne yazık ki 🙁 Uyuyamadım, uyudum uyandım, hayatımda ilk defa karabasan tecrübe ettim, sabahı nasıl ettim bilemiyorum yani! Sabah kalktığımda da pek iyi hissettiğim söylenemezdi. Kahvaltıda denetim arkadaşım Alex ile buluştuk. Kahvaltı klasik Avrupa kahvaltısı, çok zengin değil ama yeterli. Pişi bile vardı daha ne olsun 🙂 Bir şeyler yiyip kendime gelince fabrikanın yolunu tuttuk taksi ile. Otele 20 dk kadar uzaklıkta merkezi denilebilecek bir yerdeydi fabrika, karşısında kocaman Allou lunaparkı vardı. Orada da gayet güzel karşılandık. İnsanlar gayet sıcakkanlı, güler yüzlü ve bakımlıydı. İngilizcelerinin gayet iyi olmasının yanında çoğunda Almanca da vardı. Ofisler yeni yapılmış, gayet modern ve güzel. Fabrika da öyle. Beni gayet şaşırttı açıkçası. Her şey düzenli, tertemiz… Yunanlılarla ilgili izlenim pek de böyle yaratılmıyor malum. Oldukça yorucu ama gayet keyifli bir denetim günü geçirdik her ne kadar 19:00’da bitmiş olsa da! Geç bitince otele uğramadan direk yemeğe gittik birlikte. Piraeus limanının balık restoranlarıyla dolu bir kıyısında Zefyros adında bir mekana götürdüler. Marinanın tam yanında, denizin üzerinde muhteşem bir deniz ve şahane yatlara nazır bir yer… Çok kalabalık değildi, garsonlar gayet güler yüzlü ve hızlılardı. Önce Yunan salatalarımız geldi; bol yeşillik, zeytinyağı ve koca bir peynir ile. Ardından tabaklara hamsinin bile yarısı büyüklükte küçücük kızarmış cips gibi balıklar geldi. Tabi çok gecikmeden uzomuz da teşrif etti. Malum sek içiliyor ama buz katıyorlar bolca, ben katmadım o ayrı! Bir de başlangıç niyetine içiyorlarmış, sonrasında şaraba geçiyorlar ki biz de öyle yaptık. Devamında karides ve kabuksuz midye verdiler. Ve ana yemek olarak da tabaklara servis edilmiş etli bir fangri balığı geldi. Lezzetler hem tanıdık hem de çok güzeldi. Üzerine mütevazi bir meyve tabağı ve ne tadında ne yapılışında hiçbir fark olmamasına rağmen Yunan kahvesi dedikleri Türk kahvesini yudumladık. Otele dönünce broşürde gördüğüm terası yakından görmek istedim. En üst kattaki terasta ufak bir bar ve oturmak için rahat sandalyeler var, ve muhteşem bir Acropolis manzarası. Bir alt kattaki terasta ise iki orta boy jakuzi havuzu var, yazında burada yapılacak keyfe paha biçemiyorum yani 🙂 Manzaraya karşı güzel bir iç geçirerek geceyi noktalamış olduk…

Nasıl bir şanssızlık varsa üzerimde Perşembe gecesi de uyuyamadım. Daha doğrusu uyudum ama sabaha karşı uyandım ve bir daha da uyuyamadım. Buna rağmen enerjim yerindeydi. Yine kahvaltıyı yapıp fabrikaya gittik. Denetimin ikinci günü ofiste geçti. Zihnen yorucu olsa da uykusuzluğun üzerine daha iyi oldu diyebilirim. Günü güzel sonuçlarla da bitirince keyfim yerine geldi. Sonrasında koordinatör arkadaş bizi yemeğe götürmeyi teklif etti. Yine Piraeus limanında ama bu sefer diğer yakasında muhteşem bir marinanın yanında daha hareketli mekanların olduğu bir yere gittik. Önce biraz yatların yanında dolaştık. Marinada II. Dünya Savaşı’ndan kalma iki ve bir tane de daha eski üç savaş gemisi vardı. Bu kez tercih yerel olmadı, TGI Friday’se oturduk. Ortam ve manzara çok güzeldi ama menü standart. Wicked chicken diye bir tavuk yemeği tercih ettim ve gayet memnun kaldım. Yanında da en azından o yerel olsun diye Alfa markalı bira istedik. Sohbet, muhabbet keyifli bir akşamdı. Sonrasında vedalaşarak Atina’daki görev sürecini tamamlamış olduk. Sıra tatil sürecinde 🙂

Denetim bitince üzerimden ağır bir yük kalkmış olacak ki Cuma gecesi mışıl mışıl uyuyabildim sonunda! Sabah da dahaimage makul bir saatte uyanıp kahvaltımı ettikten sonra – ki bu sefer kahvaltıda sütlaç da yedim – mevcut otelden ayrılıp o gece kalacağımız Acropolis View otelin yolunu tuttum. Çok uzun bir yol değil zaten, 500 m kadar daha ilerisinde caddenin. Daha küçük ve mütevazı bir otel, ama temizlik vs. gayet yerinde. Resepsiyonda da çok kibar ve güler yüzlü bir bayan vardı, hizmetinden gayet memnun kaldım. Odaya yerleşip kocacığımı karşılamak için dışarı çıktım. Acropolis istasyonunda karşısına çıkarak güzel bir sürpriz yaptım. Onun eşyalarını da otele bıraktıktan sonra attık kendimizi dışarı. İlk akşam yemek yediğim yere gittik yine Arcadia’ya. Ben Yunan salatası, Deha da kleftiko lamb aldı – Yunanistan’a özgü bir kuyu kebabı çeşidi, kuzu etini ince bir hamur tabakasıyla kaplayarak fırınlıyorsun. Yanında da en bilinen Yunan biralarından Mythos!

Sonra ver elini Acropolis 🙂 Hava çok güzeldi, yoğunluk da rahatsız edici düzeyde değildi. Eserler muhteşem, evet ciddi imagerestorasyonlar olmuş ama yine de nasıl bu halleriyle kalmışlar inanması zor. Öyle de güzel bir yerde ki, şehir merkezinde tepede, tüm Atina’ya hakim bir manzarası var. Eskiden kalan her taş parçasını korumaya almışlar, gurur duyulacak bir sahiplenme onlar adına. Etraf da gayet temiz, tabi arada yerlerde çöp görmek mümkün ama çok da değil. Denizden 152 m yükseklikte olan alanda Parthenon ve Athena tapınakları, Dionysus tiyatrosu, Propylaion, Erekhtheion en önemli yapılar arasında. Özellikle Parthenon – ki Acropolis’in simgesi – çok muazzam ve gösterişli bir yapı, tabi ki zamanına göre. Etraflıca gezdikten sonra meydana indik. Ve cadde üzerinde bir dondurma molası ki nasıl iyi gitti anlatamam 🙂 Sonrasında yürüyerek önce Plaka’ya uğradık. Turistik bir bölge, restoran ve tavernalar yoğunlukta. Mekanların birkaçını inceledik akşam için ama çok içimize sinen olmadı. Oradan yine yürüyerek Monastiraki’ye geçtik. Çarşamba günü gezdiğim yerleri kocacığıma da gösterdim memleketin yerlisi edasıyla 😛 Bu arada yine akşam için mekanlara baktık. İnternetten bir tane beğenilen yer bulmuştum. Beklentimiz hem yerel tatlar hem de mümkünse yerli ve canlı müzik olmasıydı. Yine gözümüze kestirdiğimiz bir mekana bakarken içeriden bir çocuk yanaştı yanımıza annesi Türk’müş, Bodrum’da, kardeş ayağına bize baya ikram teklif etti. Bakarız diyerek ayrıldık yanında ama çok sempatik ve cana yakın bir çocuktu, aile mekanlarıymış zaten ufak samimi bir yerdi. Dön dolaş o bulduğum ilk mekanda karar kıldık. Meşhur olduğu her halinden belli olan Dia Tayta isimli bir yer, taş duvarlar loş ışıklar gayet otantik bir hava vermiş. Müziğe daha canlı tanık olmak adına içeride oturduk. Saat 20:00 olmadan gitmiştik ve sadece iki masa müsait dediler diğerleri hep rezerveymiş! O zaman anladık doğru tercih olduğunu 🙂 Müziğin karşısında güzel bir yere oturduk. imageMekanın sahibi olduğu belli olan genç bir çocuk kibar bir şekilde ilgilendi bizimle. Zaman geçtikçe anlaşıldı ki daha çok müdavimleri olan bir mekan hem de yaşı çok da genç olmayan ve kalburüstü diyebileceğimizimage müdavimler 🙂 Önce Yunan salatamızı söyledik. Ardından Saganaki denilen kızartılmış koca bir Yunan peyniri, oldukça başarılıydı, biraz tuzlu olduğu için yanında limonla servis ediyorlar. Bir görelim bakalım dedik ve Tzatziki yani cacıklarından da söyledik, benim cacığımın yerini tutmasa da bizim dışarıda yediklerimizden gayet kıvamlı ve lezzetliydi. Yemek olarak da ızgara ahtapot ve ızgara sardalya. Ve gayet tabi Barbagianni yani uzo 🙂 Mekanın sahibi Türk müşterilerinin neredeyse tamamının bu markayı tercih ettiklerini söyledi, bize direk gelip Türk müsünüz diye sordu hatta görünce. Çünkü uzo üretimi eskisi gibi değilmiş, kimyasal kullanımı artmış, bir bu kalmış doğal olanlardan. Eee biz ağzımızın tadını biliriz 🙂 Saat 21:00 gibi canlı müzik başladı. Bir gitar, bir mandolin eşliğinde bayan bir solist Yunan müziği icra etmeye başladılar. Müzikler muhteşemdi, grup da çok başarılıydı. Aşağıda bazı örneklerini göreceğiniz üzere şarkıların yarısından fazlasının melodisi baya tanıdıktı 🙂 Yemeğin peşine şu bizim diye ısrar ettikleri Baklava’dan söyledik. Evet yapısal olarak yufka-ceviz-şerbetten oluşuyor ama tadının da şeklinin de alakası yok bizimkiyle. Açıkçası çok da damak tadıma uymadı ya neyse 🙂 Güzel lezzetler, hoş bir ortam ve zevkli müzikler eşliğinde çok keyifli gerçek bir Yunan gecesi geçirdik…

Parça 1

Parça 2

Parça 3

Ve geldik finale 🙁 Sabah otelde mütevazı kahvaltımızı yaptıktan sonra çıkış işlemlerini bitirip valizleri otele bırakarakIMG_4555 çıktık yine dışarı. Hava yine çok güzeldi. İlk durak Hadrian Kemeri, MÖ 130 yıllarından kalma heybetli bir kapı. Daha sonra Zeus tapınağının çevresinden dolaştık. Yolumuzun üzerinde Zappeion Kongre ve Sergi Merkezi’ni gördük, yarım daire şeklinde orta alanında güzel bir süs havuzu bulunan büyük bir imageyapı, gayet de merkezi. Bir sonraki hedefimiz Panathinaiko Stadyumu yani ~2500 yıl önce inşa edilen ve 1896 yılında ilk resmi olimpiyat oyunlarının düzenlendiği stadyum! Altmış bin kişilik, sadece ama ihtişamlı bir yapı. Turistik geziye açık, çevresini de çok güzel muhafaza etmişler boş ve ferah bir meydanda yer alıyor. Ambiyansa uygun fotoğraflarımızı çektikten sonra yola devam ettik. Syntagma meydanına doğru yürürken National Garden’ın içinden geçtik. Şehrin göbeğinde kocaman yemyeşil sakin bir bahçe. İçerisinde ufak bir hayvanat bahçesi, yapay havuzlar, oturma yerleri veimage alabildiğine yeşillik var. Hayran kaldık, o kadar güzel izole ki içerisindeyken şehre dair hiç ses duyulmuyor ama kapısından çıktığınız anda hayatın içindesiniz. Bahçenin hemen ilerisinde parlamento binası yer alıyor, imageSyntagma meydanının tam karşısı. Binanın önünde yerel askeri üniformalı iki asker nöbet tutuyor, onlara da iki mobil asker eşlik ediyor. Biz bakınırken nöbetçilerden birinin güneşten gözü yaşarmış kıpkırmızı olmuştu ve mobil olanlardan bir tanesi mendille onun gözünü sildi, çok saygıdeğer bir durum! Nöbetçilerle kurallara uygun fotoğrafımızı çektikten sonra meydana indik. Simitçiden simidimizi alıp bankta oturarak dinlendik biraz. Sonra Kolonaki meydanına doğru yürüdük. Burası da daha çok mağazaların olduğu Nişantaşı tadında bir yer. Cıvıl cıvıl kafelerden Peros kafede oturduk, Deha Yunan kahvesi ve ben de kremalı frappe içtim.IMG_4606 Frappenin bu hali de yine bizim bildiğimiz sütlü olandan değildi, yine baya sert geldi 🙁 Sonrasında geze geze Acropolis’e döndük. Yemeden dönmek olmaz diyerekten Fresco adlı bir mekanda meşhur Yunan yoğurdunun tadına baktık, ben böğürtlenli Deha da ballı cevizli. Çocukluğumda en sevdiğim reçelli yoğurdun aynısı işte, ama güzel bir sektör haline getirmişler takdir ettim 🙂 Bu keyfin ardından Filopappos Tepesi’ne çıktık. Manzara tek kelimeyle muazzam! Acropolis’in en güzel görüldüğü yer belki de. Bu tepede Sokrates’in kaldığı cezaevi de yer alıyor. Kayaların içine oyulmuş 3 odacıklı ufak bir yer, insanın çıldırmaması içten değil! Ardından da tepeye adını veren Filopappos’un anıt mezarını görmeye gittik. Ve bu sayede gezimiz tamamlanmış oldu!

image

Otele gidip valizlerimizi aldıktan sonra taksiyle havaalanının yolunu tuttuk. Taksici anlaşılır seviyede İngilizce konuşabilen çok hoş sohbet bir adamdı. Ülkeden, futboldan, vs. muhabbet ederek geldik havaalanına. Aegean ve Olympic havayollarının ortak uçuşu olan 19:05 Bombardier marka ufak bir uçakla dönüşümüzü beklediğimizden daha sakin bir şekilde gerçekleştirdik.

Sözün özü; dinleri, dilleri ve alfabeleri dışında ülkeyi ve insanlarının bizlerden ayıran çok da büyük bir fark yok. Zaten örneklerini yazdığım gibi akrabalık da çok ciddi seviyede. %60 İzmir ve %40 İstanbul karışımı bir kent hissi verdi bana Atina. Ülkenin durumu kötü olmasa keyifle yaşanacak bir yer aslında. Çok beğendim, çok eğlendim. Önceden planlanıp hafta sonu ya da maksimum üç günlüğüne küçük kaçamaklar yapmak için ideal bir yer. Herkese tavsiye ederim…

 

Αντίο 🙂

One Response to “καλησπέρα > Kali̱spéra”

Yorumlarınız için

Your email address will not be published. Required fields are marked *